Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?

Anasayfa -> Blog / Kitabiyat > Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?
Yorum Yapılmadı

Bayard’ın kitabı, bir süredir düşündüğüm bazı konular üzerinde yazabilmem için cesaret verdi doğrusu. Her şeyden önce kitabın, başlığının okuyucuya ilk çağrıştırdığından oldukça farklı bir meseleyi ele aldığını söylemeliyim. Bayard, ‘okumadığımız kitaplar hakkında nasıl konuşuruz’ diye sorarken, ‘ortamlarda’ okumadığımız kitaplar hakkında okumuş gibi yapmanın yollarını araştırmıyor. Gerçi mesele dönüp dolaşıp kitaplarla haşır neşir olan pek çoğumuzun başına gelen bir talihsizliğe dayanıyor elbette. Sosyal ilişkilerini hatta mesleklerini kitaplar hakkında konuşmak üzerine kuran kişiler, zaman zaman herkesin, özellikle de iyi bir okur olarak bilinen kişilerin mutlaka okuması gerektiğine inanılan kitapları okumadıklarının ortaya çıkabileceği durumlarla karşı karşıya kalırlar. Zor bir durumdur bu: Bir yanda kitabı okumamış olduğunuzu itiraf etmeniz durumunda zedelenecek itibarınız, diğer yanda süregiden tartışmadan kaçamadığınız için bu durumu saklama imkânınızın olmaması. Bayard, bu durumdan kurtulmanın yollarını öğretmiyor bize. Bilakis, herhangi bir meşhur kitabı okumamış olmaktan dolayı utanmamak gerektiğini, dahası, böyle bir kitap hakkında konuşma hakkına sahip olduğumuzu söylüyor. Bitmedi: Okumadığımız kitaplar hakkında konuşmaktan kaçınmamamızı salık veriyor.

Ancak Bayard’ın bu tavsiyesini ‘kitapları okumasak da olur’ şeklinde de anlamamalı. Bayard, okumadan kültürel cemaatlere dahil olmanın kestirme yollarını göstermiyor. Tam tersine onun muhatapları iyi okurlar. Dolayısıyla kitabın, kitap okumayanlarla bir ilgisi yok.

Peki ne diyor Bayard? Daha doğrusu, okurken dönüştürdüğüm, temellük ettiğim, kendimi kattığım Bayard ne diyor? Kendimce şöyle özetleyebilirim iddiasını: Okurlar, okumak suretiyle bir kültür dünyasına dahil olurlar. Bu kültür dünyasında kitaplar arasında kurulmuş ilişkiler vardır. Bir ağ gibi düşünebiliriz bu ilişkileri. Her kitabın bu ağ içerisinde bir yeri vardır. Bu yeri bir yandan kitapların yazarı, bir yandan kitabın konusu, diğer yandan da bu kültür dünyasının mensuplarının kitaba atfettiği anlam, daha sonra da yeni kitapların bu kitapla kurduğu ilişki belirler. Kitabın anlamı, sadece kendi içeriğinden ibaret değildir. Anlam, bu ağ ilişkileri vesilesiyle yaratılır. Bu durumda, bir okur, bir kültür dünyasının ağ bilgisine sahip olan bir okur, kısaca iyi bir okur, pek çok kitap hakkında o kitabı daha okumadan çeşitli nedenlerle pek çok şey bilir. Çünkü ağ bilgisi, okumadığı halde bir kitabın ağdaki yerini bilmek anlamına gelir. Bu bilgi elbette kesin bir bilgi değil. Elbette zaman zaman sürprizler ortaya çıkabilir. Ama ağ bilgisi, kitaba ilişkin çok önemli bir bilgidir.

Bu durumda iyi bir okurun, meşhur kitapları okumamış olmaktan dolayı utanmasına çok da gerek yoktur. Hatta bunu açık etmesine bile gerek yoktur. Çünkü kültür dünyasının kuralı kitapları okumak değil, kitaplar hakkında konuşmaktır.

Devam etmeden, kişisel deneyimimden kaynaklanan bir ekleme yapmak istiyorum. Biraz mesleğim biraz da ilgilerim nedeniyle uzunca bir süredir okumayı kutsayan bir cemaate mensubum. En yakın arkadaşlarım, kendilerine öykündüğüm ve gıpta ettiğim ‘iyi okur’lar. Bir de öğrencilerim var. Onlar da beni, konuştuğum konularda bir otorite olarak görüyorlar ve bazı kitaplar var ki, okumamış olduğumu bilseler, onlar nezdindeki bütün itibarım yerle bir olabilir. Ama bu kitaplar hakkında biteviye konuşmam da gerekiyor. Okumadığım için konuşmama lüksüne sahip değilim çoğunca. Gerçi hiç açıktan yalan söylemedim. Yani okumadığım bir kitabı okuduğumu açıkça söylemedim. Ama o okumadığım kitaplar hakkında yaptığım konuşmalar, kitapları okuduğum yanılsamasını yaratmış olabilir, hatta bunu bizzat istemiş bile olabilirim. ‘Ama’larım var. Bunların bir kısmını aşağıda da dile getireceğim. Yani kültür dünyasında işlerin zaten böyle yürümesi gerektiğini Bayard’ın da desteğiyle anlatmaya çalışacağım. Ondan önce şunu söyleyeyim: Okumamış olduğumu saklamaya çalıştığım kitapları vakit ve fırsat buldukça okuyorum. Ve bunların büyük bir kısmında ‘yeni’ hiçbir şey öğrenmiyorum. Yeni bir şey keşfetmiyorum. Okuduktan sonra kitap hakkında yaptığım konuşmalar esas itibariyle aynı kalıyor. Değişen birkaç süslemeden ibaret oluyor. Yani, iyi bir ağ bilgisine sahip olduğum durumlarda, bazı kitapları okumuş olmanın bana kazandırdığı hiçbir şey yok. Yukarıdaki uyarıyı tekrarlayayım: Bunun anlamı kitap okumaya gerek olmaması değil. Çünkü o kitap hakkında okumuş kadar bilgi ve kanaat sahibi olmamı sağlayan şey, ağdaki ilişkili kitapları okumuş olmam. Kısaca, okumadan olmuyor. Şimdi devam edelim.

Bayard’ın iddiası tahrik edici. Kendisinin de teslim ettiği gibi, okuryazar dünyasındaki en büyük günahlardan birisi, bazı temel kitapların okunmamış olması, ikincisi ise okunmamış bir kitap hakkında konuşmaya cüret edilmesi. Ama ufuk açıcı kanıtları var Bayard’ın. Fazla uzatmadan benim de üzerinde düşündüğüm bir tespitini aktarayım. Kitaplarla kurduğumuz ilişki, okuma ilişkisinden ziyade okumama ilişkisi diyor yazar. İlk bakışta oldukça tuhaf bir iddia. Ancak şunu nasıl inkar edebiliriz ki: Bir kitabı daha okumaya başladığımız andan itibaren unutmaya başlarız. Eğer ‘normal’ bir insansak, okuduklarımız daha ilk andan itibaren belleğimizden çıkmaya başlar. Okuduğumuz metinde ilerledikçe aklımızda kalan genel bir düşüncedir. Söylenen pek çok şeyi unutmuşuzdur. Kitap bittiğinde ise, elimizde okunmuş bir kitap vardır, doğru, ama belleğimizde kalan şeyin o kitap olduğunu söylemek mümkün değildir. Bayard’ın bu iddiasını dile getirirken sunduğu bir sınıflandırma ufuk açıcı. Kitapları dörde ayırıyor: Okunmuş ama unutulmuş kitaplar; göz atılıp karıştırılmış kitaplar; hakkında konuşulduğunu duyduğumuz kitaplar ve bilmediğimiz kitaplar. Dikkat ederseniz, bu sınıflandırmada ‘okunmuş kitaplar’ yok. Çünkü okunmuş kitaplar her zaman aynı zamanda unutulmuş kitaplar. Bununla birlikte, bilmediğimiz kitaplar dışında bütün diğer kitaplar hakkında bir fikrimiz vardır. Unuttuğumuz veya okumadığımız için bu kitaplar hakkında fikir sahibi olmaktan kaçınamayız. Öyle ya da böyle, bu kitaplar hakkında bir fikrimiz olduğu gibi, aynı zamanda kitaplara biçtiğimiz bir değer de vardır.

Üstelik okuduğumuz bir kitap, sadece okuduğumuz bir kitap değildir. Bayard’ın ‘iç kütüphanemiz’ dediği bir kavram var. İç kütüphanemiz, kültür dünyası hakkındaki fikrimizi oluşturduğumuz kitaplara dair düşüncemizdir. Herkesin kendine has bir iç kütüphanesi vardır. Üstelik bu kütüphane mahrem ve kutsaldır. Bizi biz yapan şeydir. Kültür dünyasının ‘uzman’ları ne derse desin, kendi kitaplarımız ve yazarlarımız hakkında söylenen kötü şeyler kişiliğimize yönelmiş bir hakarettir. Varoluşsal bir meseledir iç kütüphane.

Bayard hermenötiğe atıf yapmıyor hiç. Ama iç kütüphaneyi, hermenötik geleneğin önyargı yahut önbiliş kavramıyla açıklayabiliriz. Her kitabı kendi önbilişimizle okuruz ve ona bu çerçevede anlam veririz. Tam da şu anda olduğu gibi: Bayard kitabında hermenötiğe atıf yapmadığı halde, ben onun anlattıklarını kendi hermenötik bilgi ve anlayışımla okudum. Bundan kaçmam mümkün değil.

Öyleyse esasında “bir kitabı okumak ne demektir?” sorusunu cesur bir şekilde sormamız gerekiyor. İki kişi aynı kitabı okumuş olabilir mi? Eğer okumak zorunlu olarak unutmaya dayanıyor ve zorunlu olarak kişisel bir mesele ise, hakkında konuştuğumuz her kitap, hem kendimiz hem de başkası açısından okunmamış bir kitaptır. Bayard, zaten okunmamış kitaplar hakkında konuştuğumuzu unutmamamızı istiyor.

Kitaplarla haşır neşir olanlar; yani akademisyenler, eleştirmenler, edebiyatçılar, öğretmenler, biliminsanları… İlgi alanları ne kadar sınırlı olursa olsun yazılmış her kitabı okuyabilmeyi bırakın, en meşhur yahut önemli kitapları dahi okuyamaz. Buna yetecek zamanımız ve gücümüz yok. Hayatını sadece en önemli kitapları okuyarak geçiren bir insan ise çok da özgün bir kütüphane oluşturamaz.

Bir anıyla bitireyim: Orwell’in 1984’ünü oldukça geç bir yaşta okudum. Kitabı henüz okumamışken, bir gece televizyonda anlamsızca ‘zapping’ yapıyordum. Maksat seyretmek değil, mümkün olduğunca geç uyuyabilmek. Kanalları hızla değiştirdiğim için, bir kanalda ne olduğunu algılayabildiğimde bir veya iki kanal çoktan ilerlemiş oluyordum. Böyle hızla kanal değiştirirken bir anda vurulmuş gibi durdum. İki kanal önceki görüntüyü biliyordum. Daha önce seyretmemiştim ama biliyordum. “1984” dedim kendi kendime. Döndüm o kanala. Birkaç dakika baktım. Filmin başı mı sonu mu bilemediğimden daha fazla seyretmeden geçtim. Ertesi gün kanalın programını buldum. Film, 1984’ün uyarlamasıydı. Kitabı okumamıştım, kitabın sinema uyarlaması olduğunu bilmiyordum ama bir saniyelik görüntü her şeyi anlamama yetmişti. 1984’ü daha sonra iki defa okudum. Filmi de seyrettim. İkisini de çok beğendim. (Sanırım bu yüzden şimdi birinci sınıfta öğrencilerime biraz da zorla okutuyorum. Benim kadar geç kalmalarını istemiyorum.) Ama doğruya doğru: 1984 hakkında, onu okumadan önce ne söylüyorsam aynı şeyleri söylüyorum.

Bayard, Balzac’tan Montaigne’e, ondan Wilde’a pek çok ismin ‘okumama’ ile olan ilişkisini de anlatıyor. Bunun yanında bazı romanlardaki okumama edimlerini aktararak, ‘kitap okumak ne demektir’ sorusunun peşine düşmemiz gerektiğine bizleri ikna ediyor.

Bu yazıyı yazarken kitabı tekrar açıp bakmadım. Bayard’a haksız etmek olurdu bu. Çünkü, kitaplar hakkında konuşurken, kitapların yaratıcılığımıza zarar vermesine izin vermememiz gerektiğini söylüyor. Benim okuduğum ve hatırladığım, daha sonra da muhtemelen dönüştürdüğüm kitap buydu. Bir de yazmak istedim.

Yorum Yapılmadı
Yorumlar
Yorum Yap

Kategorideki Diğer Yazılar